Gökçeada / İmroz

Adayı altın madeni arama sahasına dönüştürme çabaları malum çevrelerce ısrarla sürdürülüyor. Neyse ki, geçenlerde sekizbin adalı ve yirmibin imzalı destek dayanışması dik duruşuyla buna şimdilik izin vermedi de, ÇED raporu geri çekildi.

Aslında Gökçeadayı değiştirip, dönüştürme emelleri yeni değil. Başlangıcı, 1960’ların ortasında hızla ısınan Kıbrıs sorununa kadar dayanır.

O tarihte Kıbrıstaki soydaşlarımıza yapılan zulme karşılık olarak planlanan misilleme piyangosu, İmrozda yüzyıllardır geçmişleriyle yaşayan T.C. vatandaşı rumlara çıkıvermişti.!

Bir haziran gecesi yayınlanan kanunla, tarım yaptıkları verimli toprakları mahsulleriyle beraber ellerinden alındı. Üzüm bağları, meyva ağaçları. Büyük küçük baş hayvanları telef oldu. Çünkü otlayacakları meralara da devlet tarafından el konmuştu. Onlara sadece yüksek bölgelerdeki köylerde ve verimsiz sahalarda yaşam izni verildi.

Bütün okulları kapatıldı, kiliselerin bazıları da. Binaların bir kısmı hapishaneye dönüştürülüp, ana karadan mahkumlar buraya nakledildi.

O saatten sonra adanın huzuru hiç yerine gelmedi.

İçlerinde burada doğmuş ve hiç Yunanistanı, akrabalarını görmemiş olanlar da vardı. Onların mülkleri de kamulaştırıldı.

Ankara onlara yunan tohumu muamelesi yaparken, aynı rumları bu kez Atina, Türk yanlısı olarak görüyor  ve istemiyordu. Ada rumlarının bizlerle hiç sorunu yokken, şimdi ne İsaya ne de Musaya yaranamıyorlardı.

Gökçeadaya ilk ayak bastığım 1989 senesinde ulaşımı sağlayan birkaç minibüs, bir büyük otobüsle, taksi amaçlı kullanılan iki üç araç vardı. Diğerleri özel arabalardı. Bazıları eski, kırık döküktüler.

Adını yanlış hatırlayabilirim;  Mehtap ya da Ayışığı olan bir pansiyonda kalmıştık üç arkadaş.

Her sokağın çarpıcı, kederli bir hikayesi var gibiydi. Akşam oldu mu hüzünlü şarkılar söyleniyor, evlerin penceresinden çalgı sesleri yayılıyordu.

Düz, ova gibi bir köydü Panaghia. Merkezde, ticaretin döndüğü yegane yerdi. Madam Marika çok uzun yıllar önce Atinadan buraya göçüp gelmiş, burada pansiyon işletiyordu.

Daha sonrasında mecburen yerleştiği Ayatodori köyüne taşınmıştı. Burada bir de minik kahvehanesi vardı. Halis Dibek kahvesi pişirilen. Köyün kilisesi ve kütüphanesi çok meşhurmuş. Bayıldım.

Tepede antik kale kalıntılarının olduğu Kastro köyü, o günlerde bana çok canlı ve kıpır kıpır gelmişti. Buram buram, dostluk ve tarih kokusu almıştım. Akşam hava karardığında ada halkı  Türk, Rum demeden sokakta keman ud sirtaki çalıyor, karşılıklı söylüyorlardı. Biraz Ayvalık tadı vardı.

Sonra bir Reno araç tutup, daha da yukarıdaki Gliki köyüne çıktık. Muhteşem bir manzara, ne varsa her şey Sizden çok aşağıda olduğundan kendinizi Zeus gibi hissetmeniz çok doğal. Uçsuz bucaksız bir denizin üstünden sanki İzmiri, Atinayı görecek gibi oluyorsunuz.

Gezinin üçüncü günü Agridya köyüne götürdüler bizi. Yine tepede ve derin vadilerle çevrilmiş bir köydü  burası. Değişik otlar ve kekik kokuyordu. Her sene ağustosta yapılan geleneksel panayırı kaçırmışız. Köy meydanında yemekler yapılıp, herkese dağıtılırmış. Yemekten sonra, şaraplar içilip Meryem Ana için dua ederlermiş. Geç saatlere kadar süren yöresel danslara tüm ada halkı katılırmış. Yetişemediğimize çok üzülmüştüm.

Döneceğimiz son gün adanın arka tarafında askerlerle karşılaştık. İzin alarak bize çevirme usulüyle koyun pişirdiler. Hep birlikte on, onbeş kişi afiyetle yedik. Tabii, rakı eşliğinde. Tadını unutamam halâ.

(*) Geziye çıktığım diğer iki yol arkadaşım, önceki hikayelerimden “Müşteri & Müfteri” de konusu geçen Kasımgillerdendir.